harunasln
Süper Moderatör
"Aydınlık bir gelecek için okuyalım, okutalım."
İlkçağ ve Orta Çağ arasındaki geçişin sağlandığı ara dönem olarak tanımlanan Geç Antik Çağ, 20. yüzyıldan itibaren tarih literatüründe yerini almıştır. Geç Antik Çağ, Roma İmparatorluğu’nda dinî ve siyasî olarak önemli değişimlerin yaşandığı yıllara tekabül etmektedir. Sınırları batıda İspanya, doğuda ise Hazar Denizi’ne kadar genişleyen imparatorluk bu çağda ikiye ayrılmış, yeni bir din olan Hristiyanlık resmî din ilan edilmiştir. Böylece Doğu Roma İmparatorluğu ve Batı Roma İmparatorluğu olarak ikiye ayrılan imparatorlukta politeizmden monoteizme geçiş yaşanmıştır. Anadolu toprakları, Doğu Roma İmparatorluğu’nun büyük bir kısmını oluşturması ve imparatorluğun başkentini de içinde barındırmasından dolayı Geç Antik Çağ’da imparatorluğun merkezî coğrafyası konumunda olmuştur. 1. ve 2. yüzyıllarda ortaya çıkan ve zaman içerisinde Anadolu topraklarında cemaatleşerek yayılım gösteren Hristiyanlıkta, 3 yüzyıl boyunca misyonerlik hareketleriyle tüm imparatorluğa yayılmıştır. 4. yüzyıldaki Hristiyanlığın resmi din ilan edilmesiyle, pagan dinden tek tanrılı inanca geçen toplum, eski alışkanlıklarından hemen kopamamış, devam eden ortalama 3 yüzyıl boyunca eski alışkanlıklarını Hristiyanlaştırarak sürdürmüştür. Ölümün kutsallaştığı bu yeni din anlayışı, insanlarının ölüm anlayışını etkilemiştir. Bu etkiler, ölü gömme ve cenaze hazırlıklarında çok fazla görülmemesine rağmen mezarlık tercihlerinde bu anlayışının var olduğu aşikardır.
Geç Antik Çağ’da Ölü Gömme Uygulamaları Klasik Antik Çağ’dan Orta Çağ’a bir geçiş dönemi olan Geç Antik Çağ’da, Roma İmparatorluğu yönetimindeki Anadolu’nun inanç sisteminde köklü değişiklikler olmuştur. Pagan imparatorluk yönetimi Hristiyanlaşmış bununla birlikte toplumdaki Hristiyan nüfus hızlıca artmıştır. Ama toplumun belli bir kesimi pagan inançlarına devam etmiştir. 4-5. yüzyıllarda pagan filozoflar Ege’ye Ayerleşmişler, kendilerini “Helenler” olarak adlandırmışlardır. 4. yüzyılda İmparator Constantinus, devlet kurumunu tamamen Hristiyanlaştırmasına rağmen pagan Helenler 6. yüzyılın sonlarına kadar Hristiyanlığa direnmişlerdir. 4. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu, Batı Roma İmparatorluğu’na oranla daha çok Hristiyan iken yine batıya nazaran pagan etkilerini daha geç kaybetmiştir. Bir başka deyişle Doğu Roma İmparatorluğu batıdaki imparatorluktan daha çok “Hristiyan bir devletti”. Ama paganizmin etkisi, kültürel ve sosyal hayattaki türlü alışkanlıklarda batıya göre daha uzun süre yaşamıştır. Paganizm bu etkisini pek çok unsurda özellikle mezar mimarisinde görmek mümkündür.
Antik pagan dünyasında ölen kişinin Styx Irmağı’ndan geçip Hades’in karanlıklar ülkesinde kalacağına inanılmıştır. Bu sebeple ölüm acı bir olay olarak algılanıp ölen kişinin arkasından yas törenleri yapılmıştır. Tevrat’ta da ölüm antik yaklaşımın etkisinde sonsuza dek sürecek bir ceza olarak görülmektedir. Ruh, bir daha geri dönülmemek üzere yeraltındaki ölüler yurduna gitmektir76. Roma dünyasında ise bir hiçlik, yok oluş olarak görülmüştür. Hristiyanlıkla beraber Hz. İsa’nın geleceği mahşer gününe kadar beklenen bir uyku olduğuna inanılmaktadır.
Ölüm ile bedenden ayrılan ruh, mahşer günü geldiğinde Hz İsa tarafından diriltilirken geri dönüp bedeniyle birleşecektir. Hristiyanlıkta azizlerin ve martyrlerin ruhu ölüm anından hemen sonra Gök Krallığı’na çıkarken, sıradan insanların ruhlarının geçici olan kısmi cennet veya kısmi cehennemde tutulduğuna inanılır. Beden ise mahşer günü geldiğinde ruhuyla tekrar birleşip dirileceği zamanı beklerken “uyku” sürecindedir. Geç Antik Çağ’da imparatorluğun doğusunda yaşayan halk için ölüm, uyku sürecidir. Özellikle kutsal kişilerden bahsederken ölüm kelimesinin tam karşılığı olan “tanados” yerine uyku anlamına gelen “koimesis” kelimesi kullanılmıştır78. Paul Fedwick’in de dediği gibi “Mezar ruhsuz bedenlerin dirilmek beklentisi içinde dinlendikleri bir uyku odası, geçici bir bekleme yeridir”. Ölüm hakkında bu düşüncenin hâkim olduğu bu tek tanrılı dinde mahşer gününde dirilerek İbrahim peygamberin kucağında bekleyen ruh ile birleşme, tanrı katına çıkıp tanrıyla bütünleşme ve böylece tanrısallaşma söz konusudur. Bunun içindir ki Hristiyanlık ikonografisinde “ölüm” değil “ölümsüzlük” ana tema olmuştur.
İnsanoğlu, ölüme karşı yaklaşım biçiminde ve uygulamalarında genellikle atalarına bağlı kalmışlardır. Tarihsel süreçte Anadolu’nun farklı medeniyetlerinde farklı uygulamalar görülse dahi bugüne baktığımızda ölüme ilişkin birçok uygulamanın kökeninin Anadolu’nun pagan geçmişine dayandığını görebiliriz. Bu alandaki en büyük köklü değişim tek tanrılı dinlere geçişle beraber ölü yakma (kremasyon) uygulamasının kaldırılmış olmasıdır. Prehistorik Çağlar’dan bu yana süreç içerisinde değişen gömü pratikleri her dönemde olduğu gibi Geç Antik Çağ’da Hristiyanlığın kabulüyle kendi inanç ekseni içinde şekil bularak ilerlemiştir. Hristiyanlığın kabulüyle birlikte pagan mirasını büyük ölçüde reddetse de pek çok pagan pratiğinin Hristiyan anlamalar yüklenerek devam ettirildiğini görebiliriz.
Hristiyanlığın ilk zamanlarında hijyen kanunları baskın olduğu için mi yoksa pagan ölü gömme uygulamalarında “nekropol alanlarının sur duvarının dışına yapılması” geleneğinden etkilenildiği için midir? ölen bireyler şehir dışında bulunan mezarlık alanlara defnedilmiştir81. Geç Antik Çağ’da, bir yandan şehirlerin çıkış yollarında bulunan pagan nekropol alanları uygulamasının sürekliliği görülürken, sur içindeki günlük yaşamın devam ettiği kent merkezleri ile mezarlıklar eşzamanlı olarak ayrılmış; diğer yandan da martyr kültüyle birlikte şehirlerin içindeki kutsal gömüt alanlarının oluşmasıyla bu alanlar kademeli kademeli mezarlık alanlarına dönüşmüştür82. Geç Antik Çağ boyunca, pagan ölü gömme adetlerinden yavaş yavaş uzaklaşıldığını ve geleneksel extramural nekropol alanlarından intramural nekropol alanlarına geçildiği görülmektedir. Din şehidi olarak saygı gören bireylerin mezarlarının yanına veya yakınına gömülme isteği 4. yüzyıldan itibaren artmıştır. Birçok kentte bakireler, keşişler ve ruhban sınıfı mensupları şehit mezarlarının yakınına gömülmüşlerdir. Böylece ölülerin kentleriyle, yaşayanların kentleri içiçe geçmiş olarak, Geç Antik Çağ’da kentlere yeni bir yüz vermiştir. Pagan dünyasında kati bir suretle yasak olan bu uygulama, Hristiyanlık uygulaması olarak yeni bir gömme pratiği tarzında ortaya çıkmıştır.
4. yüzyılın sonlarına doğru gizli saklı yeraltına, katakomblara yapılan mezarlar terk edilmeye başlamıştır. Katakombların ve yeraltı şehirlerinin yerine şehir surlarının içine, kiliselere veya mezar şapellerine gömütler yapılmaya başlamıştır. Diğer bütün dinlerin ölümü, şehirlerinin dışında tutmasına karşın martyr kültüyle beraber her şehir kendi ölüsünü üretmeye başlamıştır. Hristiyanlıkta ölüm konusuna yaklaşım, pagan inancına göre temelde farklı olmasına rağmen birçok uygulamayı Yunan ve Roma dünyasındaki paganizmden almıştır.
Pagan ölü gömme uygulamalarında mezara konan kandil, Hristiyanlıkta sonsuz yaşamı aydınlatma anlamına gelen, tabağa dikilen muma dönüşmüştür. Mezarın başına mum ve “koliva” denilen sepet bırakılırdı. Bu sepetin içine filizlenip tekrar meyve vermesi için toprağa gömülmek anlamına gelen buğday, sonsuz yaşamın tatlılığına atıfta bulunan bal ve kuru üzüm konulurdu. Pagan geleneğine göre gömme ritüelinde ölenin yakını ilk olarak saçından bir tutam koparır ve ardından mezara sulandırılmış şarap ve parfüm saçardı. Hristiyanlıkta ise ölüye genel adı ile enagismata denen süt, bal, su, şarap, kereviz, pelanos (et, bal ve sıvı karışımı) ve kollyba (kuru ve taze meyveler) sunulurdu. Bu geleneğe göre Aizanoi ince cidarlı kâsesi kullanılarak ölene enagismata yapılmış ve olasılıkla kollyba yani kuru ve taze meyveler veya süt/şarap sunulmuştur. Bunların dışında kökeni pagan inancına dayalı olan; mezar başında veya kiliselerde yemek ziyafeti geleneği, Hristiyanlaşmış bir devamlılık halinde euharista (ekmek şarap ayini) ayini ile sürdürülmüştür.
GEÇ ANTİK ÇAĞ MEZAR TİPLERİ
Çağlar boyunca insanoğlu ölüsünü saklamak, korumak, kutsamak için gerek bulunduğu sosyal statüye göre gerekse bulunduğu ortamdaki coğrafi koşullara göre çok çeşitli mezar tipleri yaratmıştır. Ölü gömme bilinci oluşmadan önce ölü bedenin uzak bir alana bırakıldığı, başka bir deyişle terk edildiği kabul edilmektedir. İnsanoğlunun bilişsel gelişimiyle ölüsünü gömmeye başlaması arasında doğrudan bir bağlantı ve paralellik olduğu düşünülmektedir. İnsanın, muhakkak doğum ve ölüm gibi kavramları sorgulamak, başlangıç ve bitiş anlarının ardında olanı düşünmek, hayal etmek, kurgulamak, fikir yürütmek için belirli bir sürenin geçmiş olması gerekmektedir. Kısaca ölüm anlayışının, ölüm olgusunun insanoğlunun kafasında yer etmiş olması gerekmektedir. İnsanoğlunun ilk kez ölüsünü gömme işlemini çürüyen bedeni uzaklaştırmak, ondan kurtulmak için mi yoksa dinsel inançları gereği mi yaptığı hala tartışma konusudur. Bütün bunlar bir yana ölü gömme davranışının bir sistematik kazanması için de ölüme olan bakış açısında ussal bir farkındalık oluşması gerektiği yadsınamaz bir gerçektir.
Yer Altı Oda Mezar
Yapılan bazı araştırmalar oda mezar anlayışının, Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’e kadar uzandığını göstermektedir. Bu doğrultuda gömüt-ritüel-mekan birlikteliği içinde, “Ölü Evi” uygulamasının erken örneklerinden biri olarak, Çayönü Tepesi’ndeki Kafataslı Bina ön plana çıkmaktadır.

Retrospektif açıdan incelendiğinde “Ölü Evi” anlayışının bir devamı olarak yeraltı oda mezarları ortaya çıkmıştır. Buna göre yeraltı oda mezar geleneğinin ilk ortaya çıkışının, Mezopotamya’da Sümerler-Er Hanedan Dönemi’ne (MÖ 2850-2350) kadar gittiği öne sürülmüştür. Bir başka görüş ise mezarların kökenini Myken Dönemi’ne dayandırmaktadır. Kıbrıs’ta ve Anadolu’da da yeraltı oda mezarların çağdaş örneklerine rastlanmaktadır. Bilinen dromoslulardan ziyade aşağıda bulunan mezar odasına inen basit rampalı mezar mimarisi bu tipin en eski örneğidir. Yeraltı oda mezarları Demir Çağı ile birlikte Urartular’da, Protogeometrik Dönem ile birlikte Helen Dünyası’nda ve Ege Adaları’nda mezar mimarisi içerisindeki yerini almaya başlar. Bu tip yapılar kısmen ya da tamamen yeraltına yapılmışlar, Ege dünyasında tholos mezarların ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Özellikle Kıbrıs, Girit ve Myken oda ve tholos mezarlarıyla belirli planlar kazanmıştır. Hellenistik Dönem sonrasına kadar kullanılan tümülüs altı oda mezarların da öncüsü olmuştur.
Küçük Asya’nın Pers hâkimiyetine girdiği MÖ 6 yüzyılda Pers dininde aynı zamanda tapınak olarak da kullanılan yeraltı mezarları, oda mezar geleneğinin sürdürülmesinde etkili olmuştur. Yunan ve Roma Dünyası’nda ise nekropol alanlarındaki zengin örneklerin bu geleneği sürdürdüğü görülmektedir. Roma Dönemi ile birlikte Anadolu’da kullanımı yaygınlaşan bu mezar tipinin 7. yüzyılın başlarına kadar kullanıldığı bilinmektedir. “İnşa edilmiş oda mezarlar” geleneği uzun yıllar boyunca kullanımı devam etmiş bir uygulama olarak karşımıza çıkar. Geç Antik Çağ’da ise Romalılar piskopos veya azizlerini şehrin sur duvarlarının dışında konumlandırılan bu mezar odalarına gömmüşlerdir. Oda mezarlarının yapımında kullanılan moloz veya dere taşları, tuğla ve kireç harcı gibi inşa malzemelerinin kentlerin nekropol alanlarına yakın olan yerlerdeki yerel kaynaklardan kolay bir şekilde temin edilebilmesi bu mezar tipinin yaygın olarak kullanılmasında etken olabilir. Detaylı olmayan malzemeler ile basit, yerel işçilik kullanılarak inşa edilen oda mezarlarının konumu topografyadan faydalanılacak şekilde tasarlanmıştır. Bu nedenle bu mezar tipleri yükseltinin fazla olduğu ana kayalar üzerinde mezar odaları oyularak, gerekli görülen yerde ise yerel moloz taş ile örülerek inşa edilmiştir. Oda mezar anlayışının köken araştırmalarında “kayaya oygu” ya da “inşaat teknikleri kullanılarak oluşturulan yeraltı oda mezar” şeklinde ayrıma gitmek doğru bir yaklaşım gibi görünmemektedir. Çünkü Batı Anadolu’da Protogeometrik Dönem’de yaygınlaşan, özellikle Demir Çağı içerisinde Urartu ve Adalar’da varlığını sürdüren bu tip mezar geleneği, doğrudan anakayanın oyulmasıyla başlayıp daha sonra mimari kimlik kazanmıştır. Sonraları hem arazinin coğrafi yapısı hem de inşaat tekniklerinin gelişimi ile beraber iki ayrı tür ortaya çıkmıştır. Duvarları kerpiç, taş, tuğla gibi çeşitli yapı malzemeleriyle örülen, toprak altında kalacak şekilde üzeri tamamen kapatılan oda mezarların, üst yapı sistemi ise tarihsel aşamalarda dönem dönem değişim göstermiştir. Ahşap dikmelerle kerpiç tuğlalarla kubbe oluşturacak şekilde, taş ve tuğlalarla ise tonoz biçiminde kapatılarak yapılmıştır. Literatürde genellikle hypo (alt) ve gaia (toprak ana) kelimelerinden meydana gelen “Hipoje”kelimesiyle özdeşleşmiştir.
Tek Odalı Mezar
Tip 1 (Basit) Tamamen ya da kısmen yeraltına inşa edilen, bir kişiye ya da bir aileye ait olan yeraltı mezar odalarının yapımı için seçilen alanın oluşturulması odanın büyüklüğünce kazılmasıyla başlamaktaydı. Oda mezarın yapımı tamamlandıktan, bezemesi yapıldıktan sonra giriş kısmı hariç her tarafı toprakla kapatılmıştır. Ölen kişinin yakınları tarafından belirli günlerde ziyaret edilmesi için mezar kapısı toprakla örtülmemiştir. Topografyanın durumuna göre inşaası yapılan oda mezarlarına yukarıdan, giriş kısmı dışarıdan bir kapak taşı ile kapatılmış dromos ile ulaşılır. Yukarıdan dromos ile ulaşılan mezar odasının kapısı ya orijinal stomion ya da devşirme bir stel parçasıdır. Bir giriş kapısına sahip yeraltı gömüt alanı olan bu mezar tipi, genellikle dikdörtgen plana sahiptir. Giriş kapısına ulaşımı sağlayan ve kutsal geçit olarak bilinen dromoslar, bazen basamaklı bazen de bir rampa şeklindedir.

Çoğunlukla doğu-batı doğrultusunda uzanan mezar odalarının girişleri batıdandır. Sadece bir insan geçebileceği genişlikte olan giriş kapıları genellikle odanın dar yüzündedir. Zemin genellikle tuğla ya da taş plaka ile kaplıdır. Bazen de sıkıştırılmış topraktır. Duvar örgü sisteminde yapı malzemesi olarak tuğla veya tuğla ile birlikte yer yer düzensiz moloz taş kullanılmıştır. Duvar örgü sistemleri ise almaşık örgüdür.

Bunun yanında düzgün andezit ve devşirme mermer bloklardan da inşaa edilmiş örnekler vardır. Mezar odasının duvarları genellikle sıvalı ve fresklidir.

Geç Antik Çağ’a ait mezar odalarının iç duvarlarının yüzeyi kimi zaman sadece sıvalı olmasına karşın kimi zaman da strüktürel yapılaşmanın içinde Hristiyanlık ikonografisi içeren resimlerle bir farklılık gösterir.
İlkçağ ve Orta Çağ arasındaki geçişin sağlandığı ara dönem olarak tanımlanan Geç Antik Çağ, 20. yüzyıldan itibaren tarih literatüründe yerini almıştır. Geç Antik Çağ, Roma İmparatorluğu’nda dinî ve siyasî olarak önemli değişimlerin yaşandığı yıllara tekabül etmektedir. Sınırları batıda İspanya, doğuda ise Hazar Denizi’ne kadar genişleyen imparatorluk bu çağda ikiye ayrılmış, yeni bir din olan Hristiyanlık resmî din ilan edilmiştir. Böylece Doğu Roma İmparatorluğu ve Batı Roma İmparatorluğu olarak ikiye ayrılan imparatorlukta politeizmden monoteizme geçiş yaşanmıştır. Anadolu toprakları, Doğu Roma İmparatorluğu’nun büyük bir kısmını oluşturması ve imparatorluğun başkentini de içinde barındırmasından dolayı Geç Antik Çağ’da imparatorluğun merkezî coğrafyası konumunda olmuştur. 1. ve 2. yüzyıllarda ortaya çıkan ve zaman içerisinde Anadolu topraklarında cemaatleşerek yayılım gösteren Hristiyanlıkta, 3 yüzyıl boyunca misyonerlik hareketleriyle tüm imparatorluğa yayılmıştır. 4. yüzyıldaki Hristiyanlığın resmi din ilan edilmesiyle, pagan dinden tek tanrılı inanca geçen toplum, eski alışkanlıklarından hemen kopamamış, devam eden ortalama 3 yüzyıl boyunca eski alışkanlıklarını Hristiyanlaştırarak sürdürmüştür. Ölümün kutsallaştığı bu yeni din anlayışı, insanlarının ölüm anlayışını etkilemiştir. Bu etkiler, ölü gömme ve cenaze hazırlıklarında çok fazla görülmemesine rağmen mezarlık tercihlerinde bu anlayışının var olduğu aşikardır.
Geç Antik Çağ’da Ölü Gömme Uygulamaları Klasik Antik Çağ’dan Orta Çağ’a bir geçiş dönemi olan Geç Antik Çağ’da, Roma İmparatorluğu yönetimindeki Anadolu’nun inanç sisteminde köklü değişiklikler olmuştur. Pagan imparatorluk yönetimi Hristiyanlaşmış bununla birlikte toplumdaki Hristiyan nüfus hızlıca artmıştır. Ama toplumun belli bir kesimi pagan inançlarına devam etmiştir. 4-5. yüzyıllarda pagan filozoflar Ege’ye Ayerleşmişler, kendilerini “Helenler” olarak adlandırmışlardır. 4. yüzyılda İmparator Constantinus, devlet kurumunu tamamen Hristiyanlaştırmasına rağmen pagan Helenler 6. yüzyılın sonlarına kadar Hristiyanlığa direnmişlerdir. 4. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu, Batı Roma İmparatorluğu’na oranla daha çok Hristiyan iken yine batıya nazaran pagan etkilerini daha geç kaybetmiştir. Bir başka deyişle Doğu Roma İmparatorluğu batıdaki imparatorluktan daha çok “Hristiyan bir devletti”. Ama paganizmin etkisi, kültürel ve sosyal hayattaki türlü alışkanlıklarda batıya göre daha uzun süre yaşamıştır. Paganizm bu etkisini pek çok unsurda özellikle mezar mimarisinde görmek mümkündür.
Antik pagan dünyasında ölen kişinin Styx Irmağı’ndan geçip Hades’in karanlıklar ülkesinde kalacağına inanılmıştır. Bu sebeple ölüm acı bir olay olarak algılanıp ölen kişinin arkasından yas törenleri yapılmıştır. Tevrat’ta da ölüm antik yaklaşımın etkisinde sonsuza dek sürecek bir ceza olarak görülmektedir. Ruh, bir daha geri dönülmemek üzere yeraltındaki ölüler yurduna gitmektir76. Roma dünyasında ise bir hiçlik, yok oluş olarak görülmüştür. Hristiyanlıkla beraber Hz. İsa’nın geleceği mahşer gününe kadar beklenen bir uyku olduğuna inanılmaktadır.
Ölüm ile bedenden ayrılan ruh, mahşer günü geldiğinde Hz İsa tarafından diriltilirken geri dönüp bedeniyle birleşecektir. Hristiyanlıkta azizlerin ve martyrlerin ruhu ölüm anından hemen sonra Gök Krallığı’na çıkarken, sıradan insanların ruhlarının geçici olan kısmi cennet veya kısmi cehennemde tutulduğuna inanılır. Beden ise mahşer günü geldiğinde ruhuyla tekrar birleşip dirileceği zamanı beklerken “uyku” sürecindedir. Geç Antik Çağ’da imparatorluğun doğusunda yaşayan halk için ölüm, uyku sürecidir. Özellikle kutsal kişilerden bahsederken ölüm kelimesinin tam karşılığı olan “tanados” yerine uyku anlamına gelen “koimesis” kelimesi kullanılmıştır78. Paul Fedwick’in de dediği gibi “Mezar ruhsuz bedenlerin dirilmek beklentisi içinde dinlendikleri bir uyku odası, geçici bir bekleme yeridir”. Ölüm hakkında bu düşüncenin hâkim olduğu bu tek tanrılı dinde mahşer gününde dirilerek İbrahim peygamberin kucağında bekleyen ruh ile birleşme, tanrı katına çıkıp tanrıyla bütünleşme ve böylece tanrısallaşma söz konusudur. Bunun içindir ki Hristiyanlık ikonografisinde “ölüm” değil “ölümsüzlük” ana tema olmuştur.
İnsanoğlu, ölüme karşı yaklaşım biçiminde ve uygulamalarında genellikle atalarına bağlı kalmışlardır. Tarihsel süreçte Anadolu’nun farklı medeniyetlerinde farklı uygulamalar görülse dahi bugüne baktığımızda ölüme ilişkin birçok uygulamanın kökeninin Anadolu’nun pagan geçmişine dayandığını görebiliriz. Bu alandaki en büyük köklü değişim tek tanrılı dinlere geçişle beraber ölü yakma (kremasyon) uygulamasının kaldırılmış olmasıdır. Prehistorik Çağlar’dan bu yana süreç içerisinde değişen gömü pratikleri her dönemde olduğu gibi Geç Antik Çağ’da Hristiyanlığın kabulüyle kendi inanç ekseni içinde şekil bularak ilerlemiştir. Hristiyanlığın kabulüyle birlikte pagan mirasını büyük ölçüde reddetse de pek çok pagan pratiğinin Hristiyan anlamalar yüklenerek devam ettirildiğini görebiliriz.
Hristiyanlığın ilk zamanlarında hijyen kanunları baskın olduğu için mi yoksa pagan ölü gömme uygulamalarında “nekropol alanlarının sur duvarının dışına yapılması” geleneğinden etkilenildiği için midir? ölen bireyler şehir dışında bulunan mezarlık alanlara defnedilmiştir81. Geç Antik Çağ’da, bir yandan şehirlerin çıkış yollarında bulunan pagan nekropol alanları uygulamasının sürekliliği görülürken, sur içindeki günlük yaşamın devam ettiği kent merkezleri ile mezarlıklar eşzamanlı olarak ayrılmış; diğer yandan da martyr kültüyle birlikte şehirlerin içindeki kutsal gömüt alanlarının oluşmasıyla bu alanlar kademeli kademeli mezarlık alanlarına dönüşmüştür82. Geç Antik Çağ boyunca, pagan ölü gömme adetlerinden yavaş yavaş uzaklaşıldığını ve geleneksel extramural nekropol alanlarından intramural nekropol alanlarına geçildiği görülmektedir. Din şehidi olarak saygı gören bireylerin mezarlarının yanına veya yakınına gömülme isteği 4. yüzyıldan itibaren artmıştır. Birçok kentte bakireler, keşişler ve ruhban sınıfı mensupları şehit mezarlarının yakınına gömülmüşlerdir. Böylece ölülerin kentleriyle, yaşayanların kentleri içiçe geçmiş olarak, Geç Antik Çağ’da kentlere yeni bir yüz vermiştir. Pagan dünyasında kati bir suretle yasak olan bu uygulama, Hristiyanlık uygulaması olarak yeni bir gömme pratiği tarzında ortaya çıkmıştır.
4. yüzyılın sonlarına doğru gizli saklı yeraltına, katakomblara yapılan mezarlar terk edilmeye başlamıştır. Katakombların ve yeraltı şehirlerinin yerine şehir surlarının içine, kiliselere veya mezar şapellerine gömütler yapılmaya başlamıştır. Diğer bütün dinlerin ölümü, şehirlerinin dışında tutmasına karşın martyr kültüyle beraber her şehir kendi ölüsünü üretmeye başlamıştır. Hristiyanlıkta ölüm konusuna yaklaşım, pagan inancına göre temelde farklı olmasına rağmen birçok uygulamayı Yunan ve Roma dünyasındaki paganizmden almıştır.
Pagan ölü gömme uygulamalarında mezara konan kandil, Hristiyanlıkta sonsuz yaşamı aydınlatma anlamına gelen, tabağa dikilen muma dönüşmüştür. Mezarın başına mum ve “koliva” denilen sepet bırakılırdı. Bu sepetin içine filizlenip tekrar meyve vermesi için toprağa gömülmek anlamına gelen buğday, sonsuz yaşamın tatlılığına atıfta bulunan bal ve kuru üzüm konulurdu. Pagan geleneğine göre gömme ritüelinde ölenin yakını ilk olarak saçından bir tutam koparır ve ardından mezara sulandırılmış şarap ve parfüm saçardı. Hristiyanlıkta ise ölüye genel adı ile enagismata denen süt, bal, su, şarap, kereviz, pelanos (et, bal ve sıvı karışımı) ve kollyba (kuru ve taze meyveler) sunulurdu. Bu geleneğe göre Aizanoi ince cidarlı kâsesi kullanılarak ölene enagismata yapılmış ve olasılıkla kollyba yani kuru ve taze meyveler veya süt/şarap sunulmuştur. Bunların dışında kökeni pagan inancına dayalı olan; mezar başında veya kiliselerde yemek ziyafeti geleneği, Hristiyanlaşmış bir devamlılık halinde euharista (ekmek şarap ayini) ayini ile sürdürülmüştür.
GEÇ ANTİK ÇAĞ MEZAR TİPLERİ
Çağlar boyunca insanoğlu ölüsünü saklamak, korumak, kutsamak için gerek bulunduğu sosyal statüye göre gerekse bulunduğu ortamdaki coğrafi koşullara göre çok çeşitli mezar tipleri yaratmıştır. Ölü gömme bilinci oluşmadan önce ölü bedenin uzak bir alana bırakıldığı, başka bir deyişle terk edildiği kabul edilmektedir. İnsanoğlunun bilişsel gelişimiyle ölüsünü gömmeye başlaması arasında doğrudan bir bağlantı ve paralellik olduğu düşünülmektedir. İnsanın, muhakkak doğum ve ölüm gibi kavramları sorgulamak, başlangıç ve bitiş anlarının ardında olanı düşünmek, hayal etmek, kurgulamak, fikir yürütmek için belirli bir sürenin geçmiş olması gerekmektedir. Kısaca ölüm anlayışının, ölüm olgusunun insanoğlunun kafasında yer etmiş olması gerekmektedir. İnsanoğlunun ilk kez ölüsünü gömme işlemini çürüyen bedeni uzaklaştırmak, ondan kurtulmak için mi yoksa dinsel inançları gereği mi yaptığı hala tartışma konusudur. Bütün bunlar bir yana ölü gömme davranışının bir sistematik kazanması için de ölüme olan bakış açısında ussal bir farkındalık oluşması gerektiği yadsınamaz bir gerçektir.
Yer Altı Oda Mezar
Yapılan bazı araştırmalar oda mezar anlayışının, Çanak Çömleksiz Neolitik Dönem’e kadar uzandığını göstermektedir. Bu doğrultuda gömüt-ritüel-mekan birlikteliği içinde, “Ölü Evi” uygulamasının erken örneklerinden biri olarak, Çayönü Tepesi’ndeki Kafataslı Bina ön plana çıkmaktadır.

Retrospektif açıdan incelendiğinde “Ölü Evi” anlayışının bir devamı olarak yeraltı oda mezarları ortaya çıkmıştır. Buna göre yeraltı oda mezar geleneğinin ilk ortaya çıkışının, Mezopotamya’da Sümerler-Er Hanedan Dönemi’ne (MÖ 2850-2350) kadar gittiği öne sürülmüştür. Bir başka görüş ise mezarların kökenini Myken Dönemi’ne dayandırmaktadır. Kıbrıs’ta ve Anadolu’da da yeraltı oda mezarların çağdaş örneklerine rastlanmaktadır. Bilinen dromoslulardan ziyade aşağıda bulunan mezar odasına inen basit rampalı mezar mimarisi bu tipin en eski örneğidir. Yeraltı oda mezarları Demir Çağı ile birlikte Urartular’da, Protogeometrik Dönem ile birlikte Helen Dünyası’nda ve Ege Adaları’nda mezar mimarisi içerisindeki yerini almaya başlar. Bu tip yapılar kısmen ya da tamamen yeraltına yapılmışlar, Ege dünyasında tholos mezarların ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Özellikle Kıbrıs, Girit ve Myken oda ve tholos mezarlarıyla belirli planlar kazanmıştır. Hellenistik Dönem sonrasına kadar kullanılan tümülüs altı oda mezarların da öncüsü olmuştur.
Küçük Asya’nın Pers hâkimiyetine girdiği MÖ 6 yüzyılda Pers dininde aynı zamanda tapınak olarak da kullanılan yeraltı mezarları, oda mezar geleneğinin sürdürülmesinde etkili olmuştur. Yunan ve Roma Dünyası’nda ise nekropol alanlarındaki zengin örneklerin bu geleneği sürdürdüğü görülmektedir. Roma Dönemi ile birlikte Anadolu’da kullanımı yaygınlaşan bu mezar tipinin 7. yüzyılın başlarına kadar kullanıldığı bilinmektedir. “İnşa edilmiş oda mezarlar” geleneği uzun yıllar boyunca kullanımı devam etmiş bir uygulama olarak karşımıza çıkar. Geç Antik Çağ’da ise Romalılar piskopos veya azizlerini şehrin sur duvarlarının dışında konumlandırılan bu mezar odalarına gömmüşlerdir. Oda mezarlarının yapımında kullanılan moloz veya dere taşları, tuğla ve kireç harcı gibi inşa malzemelerinin kentlerin nekropol alanlarına yakın olan yerlerdeki yerel kaynaklardan kolay bir şekilde temin edilebilmesi bu mezar tipinin yaygın olarak kullanılmasında etken olabilir. Detaylı olmayan malzemeler ile basit, yerel işçilik kullanılarak inşa edilen oda mezarlarının konumu topografyadan faydalanılacak şekilde tasarlanmıştır. Bu nedenle bu mezar tipleri yükseltinin fazla olduğu ana kayalar üzerinde mezar odaları oyularak, gerekli görülen yerde ise yerel moloz taş ile örülerek inşa edilmiştir. Oda mezar anlayışının köken araştırmalarında “kayaya oygu” ya da “inşaat teknikleri kullanılarak oluşturulan yeraltı oda mezar” şeklinde ayrıma gitmek doğru bir yaklaşım gibi görünmemektedir. Çünkü Batı Anadolu’da Protogeometrik Dönem’de yaygınlaşan, özellikle Demir Çağı içerisinde Urartu ve Adalar’da varlığını sürdüren bu tip mezar geleneği, doğrudan anakayanın oyulmasıyla başlayıp daha sonra mimari kimlik kazanmıştır. Sonraları hem arazinin coğrafi yapısı hem de inşaat tekniklerinin gelişimi ile beraber iki ayrı tür ortaya çıkmıştır. Duvarları kerpiç, taş, tuğla gibi çeşitli yapı malzemeleriyle örülen, toprak altında kalacak şekilde üzeri tamamen kapatılan oda mezarların, üst yapı sistemi ise tarihsel aşamalarda dönem dönem değişim göstermiştir. Ahşap dikmelerle kerpiç tuğlalarla kubbe oluşturacak şekilde, taş ve tuğlalarla ise tonoz biçiminde kapatılarak yapılmıştır. Literatürde genellikle hypo (alt) ve gaia (toprak ana) kelimelerinden meydana gelen “Hipoje”kelimesiyle özdeşleşmiştir.
Tek Odalı Mezar
Tip 1 (Basit) Tamamen ya da kısmen yeraltına inşa edilen, bir kişiye ya da bir aileye ait olan yeraltı mezar odalarının yapımı için seçilen alanın oluşturulması odanın büyüklüğünce kazılmasıyla başlamaktaydı. Oda mezarın yapımı tamamlandıktan, bezemesi yapıldıktan sonra giriş kısmı hariç her tarafı toprakla kapatılmıştır. Ölen kişinin yakınları tarafından belirli günlerde ziyaret edilmesi için mezar kapısı toprakla örtülmemiştir. Topografyanın durumuna göre inşaası yapılan oda mezarlarına yukarıdan, giriş kısmı dışarıdan bir kapak taşı ile kapatılmış dromos ile ulaşılır. Yukarıdan dromos ile ulaşılan mezar odasının kapısı ya orijinal stomion ya da devşirme bir stel parçasıdır. Bir giriş kapısına sahip yeraltı gömüt alanı olan bu mezar tipi, genellikle dikdörtgen plana sahiptir. Giriş kapısına ulaşımı sağlayan ve kutsal geçit olarak bilinen dromoslar, bazen basamaklı bazen de bir rampa şeklindedir.

Çoğunlukla doğu-batı doğrultusunda uzanan mezar odalarının girişleri batıdandır. Sadece bir insan geçebileceği genişlikte olan giriş kapıları genellikle odanın dar yüzündedir. Zemin genellikle tuğla ya da taş plaka ile kaplıdır. Bazen de sıkıştırılmış topraktır. Duvar örgü sisteminde yapı malzemesi olarak tuğla veya tuğla ile birlikte yer yer düzensiz moloz taş kullanılmıştır. Duvar örgü sistemleri ise almaşık örgüdür.

Bunun yanında düzgün andezit ve devşirme mermer bloklardan da inşaa edilmiş örnekler vardır. Mezar odasının duvarları genellikle sıvalı ve fresklidir.

Geç Antik Çağ’a ait mezar odalarının iç duvarlarının yüzeyi kimi zaman sadece sıvalı olmasına karşın kimi zaman da strüktürel yapılaşmanın içinde Hristiyanlık ikonografisi içeren resimlerle bir farklılık gösterir.